Batılı ülkelerin İsrail’in Gazze’de 20 bini aşkın kişinin hayatına mal olan saldırılarını durdurmada pasif kalması, Batı’nın İsrail’e geleneksel desteğinin antisemitizmin doğduğu Avrupa’nın uzanan bir borcun karşılığını ödediği geçmişle ilişkilendirilmesine neden oluyor.
Avrupa’nın, 20. yüzyılın ortasından bu yana İsrail’in politikalarına ve savaş suçu teşkil eden eylemlerine destek vermesi; açık insancıl hukuk ihlallerine rağmen İsrail’in tüm bu eylemlerine sessiz kalması sorgulanıyor.
Batı ülkelerinin, İsrail’in Gazze’de 20 bin kişiyi öldürdüğü saldırıları durdurmak için harekete geçmemesi, İsrail’in Hamas’a karşı meşru müdafaa hakkına vurgu yapıp insani krize seyirci kalması, Batı’nın İsrail’le ilgili geleneksel yaklaşımının köklerini yeniden gündeme getirdi.
AA muhabiri, Batı ülkelerinin İsrail’e desteğinin incelendiği “Batı’nın İsrail’e borcu” başlıklı iki bölümlük dosya haberin ilk kısmında Yahudilerin tarihte özellikle Avrupa’da yaşadığı kötü şartlara ilişkin bilgilere yer verdi.
Avrupa’da “antisemitizm”
Özellikle Orta Çağ Avrupa’sında Yahudilerin bazı alanlarda uzmanlaşmaları ve bazı meslekleri icra etmelerine kısıtlama getiriliyor, üniversite eğitimi görmeleri ve kamuda çalışmaları yasaklanıyor, ayrıca sadece belli bölgelerde yaşamalarına izin veriliyordu.
Baskı ve ön yargının yaygın olduğu bu dönemde Yahudiler, “Siyon’a” dönme inancı ve umuduyla diasporada yaşamanın zorluğuna tahammül ediyordu. Siyonizm, Yahudilerin dini hayatının büyük bir kısmını oluştursa da 19. yüzyılın sonuna kadar örgütsel bir yapılanması mevcut değildi.
Yahudi karşıtlığının ilk ortaya çıkışının temelinde Hristiyanlık ile Musevilik arasındaki rekabet yatıyordu. İki din arasındaki rekabet, Hz. İsa’nın Musevi olması ve Hristiyanlığın Museviliğin yerine geçmesi sebebiyle oluştu çünkü yalnızca Yahudiler Hz. İsa’nın onlara ait olduğunu iddia edebiliyor ve iki din arasında özel bir ilişki oluşuyordu. Hristiyan inanç sistemine en büyük tehdit, Yahudilerin Hz. İsa’yı reddetmesi olarak görülüyordu.
Orta Çağ Avrupa’sında Yahudiler, birçok kısıtlamaya maruz kaldı. 4. yüzyılda Hristiyanlığın Roma İmparatorluğu’nun resmi dini olmasıyla Kilise, Avrupa’da Yahudilerin faaliyetlerini kademeli olarak sınırlandırdı. 6. yüzyıla gelindiğinde Yahudilerin, Hristiyan hizmetçileri işe alması ve Kutsal Hafta süresince sokaklara çıkmasına izin verilmedi.
Yahudiler, 13. yüzyılda Hristiyanlarla din tartışmasına girememeye başladı ve Yahudilerin birçok kutsal dini kitabı kamuya açık şekilde Fransa’da yakıldı. 16. yüzyıla kadar süren dönemde Yahudiler, 1291’de İngiltere, 1394’te Fransa ve 1492’de İspanya olmak üzere birkaç Avrupa ülkesinden sürgün edildi.
1215’te düzenlenen 4. Lateran Konsilinde Kilise yetkilileri, Yahudilerin hükümet kurumlarında ve orduda görev almasını yasaklayarak, külah ve “Yahudi rozeti” kullanmasını şart koştu. Özel Yahudi kıyafetlerine de evrensel olarak 1434’te Basel Konseyi’nde karar verildi.
Papa 4. Paul, 1555’te yayımladığı kararla Yahudilerin belirli bir sokak ya da bölgede yaşamasına karar verdi. Daha önce de Avrupa’da Yahudi gettoları bulunmasına rağmen, bu durum ilk kez resmi şekilde Papa tarafından da onaylandı.
Osmanlı Devleti de Yahudilerin göç ettiği yerlerden biriydi
Birkaç Avrupa ülkesinde baskıya uğrayan ve bu ülkelerden sürgün edilen Yahudiler, 1299’da genişleme aşamasındaki Osmanlı Devleti’ne de göç etmeye başladı.
İstanbul, İzmir ve birçok farklı Osmanlı şehrine göç eden Yahudiler, “sephardi” olarak adlandırılırken, Doğu Avrupa’da kalmayı tercih edenlere “aşkenazi” adı verildi.
17. yüzyılın sonuna yaklaşıldığında Avrupa’daki Yahudilerin “gettolar” kötü şartlarda yaşadığı bir manzara ortaya çıkarken, Osmanlı Devleti’ndeki Yahudi topluluğunun iyi ve özgür bir yaşantı kurduğu görülüyordu.
Bu nedenle Batı dünyasında baskı altındaki Yahudiler, Osmanlı’da daha refah içinde bir yaşam sürebiliyordu. Bu bağlamda Osmanlı, Yahudiler için bir sığınak görevi gördü.
Dreyfus olayı
Orta Çağ’ın sonlarında Hristiyanların gözünde Yahudiler, Hz. İsa’ya ihanet edenler olarak görülüyor, güvenilmez ve hain olarak tanımlanıyordu. Bu konuda Fransa’da Alfred Dreyfus davası örnek teşkil etti.
1894 Eylül’ünde Fransız ordusunda Almanlar lehine casusluk hadisesi meydana gelmesiyle Alfred Dreyfus adlı Yahudi asıllı bir yüzbaşı fail olarak yakalandı. Dreyfus, 15 Ekim 1894’te tutuklanarak, bir ay süren hazırlık soruşturmasında aleyhine yeni delil bulunamamasına rağmen suçlu görülerek mahkum edildi ve cezasını çekmek üzere Şeytan Adası’na gönderildi.
Yedi yıl sonra 1904’te Yargıtay Genel Kurulu, dönemin Savaş Bakanı General Andre’nin isteği üzerine davayı yeniden ele aldı. 1906’da verilen kararla Dreyfus beraat etti. 12 yıl önce sökülen nişanları aynı yerde yapılan törenle yeniden takıldı ve ayrıca Fransa Onur Nişanı verildi. Dreyfus, Birinci Dünya Savaşı’nda orduya hizmet etti, emekliye ayrıldıktan sonra 1935’te Paris’te öldü.
Dreyfus hadisesi Fransa’da yeni bir antisemitizm dalgasının patlak vermesine sebep oldu. Bu olayla Yahudi “nefreti” Fransa’da yayılmaya başladı. İşçi sınıfı dahil antisemitizme verilen desteğin arttığı görüldü.
Doğu Avrupa’da devam eden “Yahudi karşıtlığı”
19. yüzyılda Yahudi diasporasının temel merkezleri Rusya ve Polonya’da Yahudilere zulüm yaygınlaştı. Özellikle Rus imparatorları 3. Aleksandr (1881-1894) ve 2. Nikolay (1894-1917) dönemlerinde hükümetin de teşvik ettiği pogromlar (katliam) yaşandı.
Bu dönemlerde Avusturya, Fransa, Almanya ve Macaristan’da antisemitizmi savunan pek çok parti etkileyici seçim başarıları elde etti.
Baskı ve aşağılanmaya maruz kalan birçok Doğu Avrupalı Yahudi, ABD’ye göç ederek yeni bir hayat kurmayı tercih etti. Bunu yapamayanlar için ise Siyonizm, bu zulümden kaçmak için alternatif bir umut oldu.
Antisemitizmin soykırıma dönüştüğü İkinci Dünya Savaşı
Avrupa’da yıllardır var olan antisemitizm, Almanya’da 1933-1945 yıllarını kapsayan Nazi döneminde, zirveye ulaştı. İkinci Dünya Savaşı sırasında Avrupa’daki milyonlarca Yahudi sistematik olarak öldürüldü ya da toplama kamplarında zorla çalıştırılmaya ve işkenceye maruz kaldı.
Nazi lideri Hitler, Yahudilerin mallarına el koyma, akademi, yargı, ordu ve sivil hizmet alanlarında işlerinden etme kampanyası yürüttü. İbadethanelerinin de ortadan kaldırıldığı Yahudilerin ticarethaneleri de kapatıldı. Yahudilerle Yahudi olmayanlar arasında evlilikler yasaklandı.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında Versay Anlaşması sonucundaki tüm olumsuzlukların günah keçisi ilan edilen Yahudilerin siyasi haklarının çoğu ellerinden alındı. Almanya’da yaşanan tüm enflasyon ve ekonomik krizden de Yahudiler sorumlu tutuldu.
“Kristallnacht” olarak bilinen Nazilerin provoke ettiği 9 Kasım 1938’deki ayaklanmada, en az 267 sinagog yok edildi, 91 kişi öldürüldü. Yahudilere ait birçok iş yeri ve ev yok edilirken, 30 bin Yahudi, Dachau, Buchenwald, Sachsenhausen ve diğer toplama kamplarına gönderildi.
Hitler’in 1939’da ilerleyişine başladığında, başta Polonya’dakiler olmak üzere “faşist” yönetim altındaki ülkelerdeki Yahudiler, gettolarda, şehrin duvarlarla çevrili bölümlerinde yaşamaya başladı. Bu bölgelerde Yahudilere yeterli yiyecek, tıbbi hizmet ve ısınma hizmeti sağlanmadı.
Toplama kamplarındaki yüz binlerce Yahudi, savaşa destek olması adına köle işçi olarak çalıştırılıyordu. Nazi Parti yetkililerinin Ocak 1942’de bulduğu “Yahudi sorununa son çözüm” planıyla Yahudiler gettolardan tehcir edildi.
Mağdurlar, tren istasyonlarında hayvan vagonlarına koyularak Polonya’da gaz tesisleri bulunan ölüm merkezlerine, imha kamplarına gönderildi.
Auschwitz, Treblinka, Chelmno ve Nazi Partisi’nin silahlı kolu SS tarafından yönetilen diğer kamplarda, fareleri öldürmek için tasarlanmış bir pestisit kullanılarak endüstriyel tarzda idam uygulandı.
Yaşlılar, reşit olmayanlar ve fiziksel olarak zayıf olup çalışacak durumda olmayanlar ilk öldürülenlerdi. Güçlüler de zayıflamaya başlayıp çalışmayacak hale geldiklerinde yok edildi. 1943’ün ortalarında neredeyse ölüm kamplarına gelen tüm Yahudiler derhal öldürüldü.
Müttefik ordular Almanya ve Polonya’ya girdiğinde, toplama ve ölüm kamplarındaki insanları kurtardı ancak şahit oldukları görüntülerin, kamplardan kaçanların medya ve hükümet yetkililerine verdiği bilginin çok daha ötesinde olduğu ortaya çıktı.
Daha sonra Holokost olarak adlandırılan bu katliam, öncesinde sayıları 9 milyonu bulunan Avrupalı Yahudilerin yaklaşık üçte ikisinin ölümüyle sonuçlandı.
Avrupa’nın “suçluluk duygusunun” borcunu mu ödüyor?
Avrupa’da Birinci Dünya Savaşı öncesi dönemde Yahudilere yönelik ayrımcı politikalar ve antisemitizmin; İkinci Dünya Savaşı’nda da Yahudilerin soykırıma uğramasının üzerine Avrupa ülkeleri Yahudilerin Filistin topraklarına göçüne ve İsrail devletinin kurulmasına destek verdi.
Hayatta kalan Yahudilerin Filistin’e yerleştirilmesi fikri İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD tarafından da benimsendi.
Yahudi devletinin kurulmasından sonra İsrail’in politikalarına ve eylemlerine, savaş suçu teşkil etse de ses çıkarmayan Avrupa’nın bu tutumunun altında yatan nedenin, geçmişten gelen suçluluk duygusu olup olmadığı sorgulanıyor.